Feng Shui Turkey | Ana Sayfa
34
home,page-template,page-template-full_width,page-template-full_width-php,page,page-id-34,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-child-theme-ver-1.0.0,qode-theme-ver-14.2,qode-theme-bridge,disabled_footer_top,wpb-js-composer js-comp-ver-5.4.7,vc_responsive

Meksika – Kadim Medeniyetlere Yolculuk

Meksika – Kadim Medeniyetlere Yolculuk

Meksika ile ilgili hayalimdeki görüntü, göz alabildiğine bir düzlük, masmavi göğe doğru yükselen bir toz bulutu, ufku kaplayan gecekondular idi. Anlaşılan çok kovboy filmi seyretmişim. Ocak sonunda gittiğim Meksika beni çok şaşırttı.

Gece vakti geldiğimiz için pek birşey göremeden havaalanından evimize gittik. 25 senedir Meksika’da yaşayan ve beni Feng Shui ile tanıştıran arkadaşım beni, Mehmet’i ve kızımız Yasemin’i karşılarken hepimiz heyecanlıydık. Her sene ısrarla çağırmasına rağmen 20 yıldır ilk defa Türkiye’den arkadaşları evine geliyordu.

Sabah şehri keşfe çıktık. Burası resmen bir Avrupa şehri. Ne de olsa İspanyolların etkisi büyük. Geniş caddeler, caddelerin kesişme noktalarında büyük alanlar, heykeller, kolonyal yapılar, parklar. Şehir bayağı yeşil.

Meksiko City 2.240 m’de olduğu için adapte olmak zaman alıyor. Yolda giderken insanların göğüs kafeslerinin çok geniş olması dikkatimizi çekti. Bu sanırım yüksekte yaşamanın, nefes almanın verdiği bir özellik olsa gerek.

22 milyonluk dev şehirde trafik berbat. Günün her saati trafik var. Hem de İstanbul’dan bile beter. Arkadaşım bu şehrin bir müze şehri olduğunu söyledi. Dünyada en fazla müze olan şehirlerden biriymiş. Biz de başladık sıra sıra müzeleri gezmeye.

İlkin bu coğrafyaların tarihini daha iyi anlamak için Antrolopoloji Müzesi’ne gittik. İnanılmaz güzel bir müze. Doğrusu içindekilerden çok binanın mimarisinden etkilendik. Meksika’da gerçekten çok iyi mimarlar ve muazzam yapılar var. Bence Antropoloji Müzesi bunlardan biri. 1964’te Pedro Ramirez, Jorge Campuzano ve Rafael Mijares burayı tasarlamışlar. Giriş çok geniş bir avluya açılıyor. Bu avlunun üzeri betondan dev bir strüktür ile korunuyor. Bu strüktür hiç bir yere bağlı olmadan avlunun ortasında tek bir sütuna tutunuyor. Dev bir şemsiye gibi. Sütun baştan aşağı mitolojik figürlerle bezenmiş ve üzerinden sular akıyor. Çok etkileyici bir manzara. Avluda bambular olan bir su havuzu müthiş dingin bir hava yaratıyor. Tarihi gelişmelere göre ayrılmış salonlar ise bu avluyu çevrelemiş.

 

Meksika’nın tarihini bir özet yapmak gerekirse, Amerika’ya ilk gelenlerin M.Ö. 50.000 yıllarında Bering Boğazı’ndan geçerek bu topraklara giren Asyalılar olduğu sanılıyor. Zaten Meksika’lılara baktığınızda çekik gözlerden Asya bağlantısını hemen anlıyorsunuz.

Meksika’daki ilk medeniyet M.Ö. 1500 yıllarında yaşayan Olmeklere ait. Olmekler Batıda hiyeroglif ve nümerik sistemleri kullanan ilk medeniyet. Daha sonra Aztek ve Maya’ların izlerine rastlanıyor. MS 900’lerde barbarlar anlamına gelen Chichemec’ler geliyor. 12. YY sonlarında Aztekleri Toltekler izliyor. Bu İspanyolların Meksika’yı ele geçirmesine kadar sürüyor. 21 Nisan 1519’da Hernan Cortes liderliğinde 500 kişilik bir İspanyol ordusu Meksika’ya çıkıyor ve 2 sene içinde Meksika’nın tamamına hakim oluyorlar. 300 senelik İspanyol işgali sırasında Meksika’nın yerli nüfusu 25 milyondan 6 milyona düşüyor. Bir kısmı İspanyollar tarafından katlediliyor, diğer kısmı ise İspanyollarla Avrupa’dan gelen ve bağışıklık sistemlerinin aşina olmadığı hastalıklar yüzünden kırılıyorlar. Liderler sadece İspanyollar arasında seçiliyor. Melezler daha düşük pozisyonlara gelebiliyorlar. Meksika’nın sahibi yerliler ise köle olarak kullanılıyorlar. Ta ki Miguel Hidalgo adında bir rahip 16 Eylül 1810’da Dolores’te “Meksikalılar, Yaşasın Meksika” diye haykırarak bağımsızlıklarını ilan edene kadar.

1848’de Amerika Meksiko City’yi, 1838 ve 1861’de Fransızlar Meksiko City’yi ve Veracruz’u geçici olarak işgal ediyorlar. En sonunda Benito Juarez devlet başkanı oluyor ve 1867’de reformlar getirerek Katolik Kilisesinin gücünü zayıflatıyor.

Arkasından Porifirio Diaz 1876’da iktidara geliyor. 1911’e kadar onun diktatörlüğünde sanayide moderleşme başlıyor. Ancak bütün ülke yabancı yatırımcıların kontrolü altında. 1910’da Francisco Madero buna bir dur demek üzere Diaz’a karşı seçimlere giriyor ama hapse atılıyor. Madero Texas’a kaçarak Diaz’a karşı bir ayaklanma başlatıyor. Tierra y Libertad, yani Toprak ve Özgürlük sloganıyla yapılan devrimin amacı, toprağı gerçek sahiplerine, yani köylülere vermek ve toprak altı zenginliklere devletin sahip çıkması. Nitekim 1917’de düzenlenen anayasa ile bugünkü anayasanın da temelleri atılmış oluyor.

Anladığım, biraz çilekeş bu Meksikalılar, İspanyollar bunları katletmiş, köle yapmış, bütün zenginliklerini talan etmiş ama geçmişten gelen kadim kültürlerinin ağırlığı her zaman hissediliyor.

Tam yaşgünümde Teotihuacan’daki Azteklerin piramitlerine çıktık. İki piramit var. Biri güneş, biri de ay. Benim adım Esr (esir), Ra (güneş tanrısı), yani Güneş Tanrısına esir ya da hizmet eden anlamını çağrıştırdığı için biz benim için bu özel günde güneş piramidine çıktık. En üst noktada enerjinin yoğunluğunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Piramitin üstünden aşağı bakarken 360 derece çevrenizi görüyorsunuz ve bir anda zaman mevhumu kayboluyor.

Yolda dağlara kadar uzanan gecekondu mahallelerini gördük. Bizdekilere benziyor ama onda bile bir zevk var. Bazı yerleri canlı canlı renklere boyamışlar. Uzaktan daha sevimli görünüyor böylece. Meksika’da zengin ve fakir insanlar arasındaki uçurum çok fazla. Onun için de güvenlik sorunu var. Tabii tek başına bu değil, bir de uyuşturucu kartelleri var. Şehirde bütün güzel evlerin etrafı çitler, üzerinde çam kırıkları, keskin jiletli teller, silahlı korumalarla çevrilmiş durumda . Zenginler toplu taşıma araçlarına asla binmiyorlar, bankadan para çekmeye gitmiyorlar.

Bir başka gün bana Yeşilköy’ü andıran bir mahallede Frida Kahlo’nun evine gittik. Tek kaşlı, feminist Meksikalı sanatçı diye hatırladığım Frida Kahlo’nun hayatını daha yakından görme fırsatımız oldu. Gerçekten çok gezen çok öğrenir. Kulaktan dolma birşeyler duyuyoruz, kafamızda bir yerlere oturtuyoruz ama yerinde öğrenmek bambaşka. İnsanın bakış açısını nasıl da etkiliyor.

Frida Kahlo’nun evine Casa Azul, yani mavi ev diyorlar. Bahçe duvarları canlı koyu bir maviye boyanmış.Tek katlı bahçe içinde, tam bir sanatçı evi. Evin içinde gezerken bir yerlerden Frida ve Diego fırlayıp gelecekler gibi bir hisse kapılıyor insan. Evin en güzel odası bence yemek odası. Bahçede bir avluya açılıyor ve öyle güzel bir ışığı var ki. Frida’nın babası Alman, annesi Meksika yerlisi imiş. Tüm evde Meksika’nın yerli kültürü ve sanatı hissediliyor. Bahçeye Diego, aynı Teotihuacan’daki gibi minyatür bir piramit yapmış. Her tarafta ağaçlar, çiçekler, minik su şelaleleri, huzur dolu bir bahçe. Ama hayatları öyle huzur içinde geçmiş sayılmaz. Aşk, tutku, sanat, sağlık sorunları. Frida Kahlo’nun kocası Diego Rivera, 20. YY’ın en önemli sanatçılarından biri sayılıyor. Meksika insanlarını, gündelik yaşamlarını konu eden Rivera’nın New York City’de Rockefellar Center için yaptığı duvar panosunun içine ısrarla Lenin’in resmini koyması Rockefellar ailesini kızdırmıştı. Aktif bir komünist olan Rivera eserinde değişiklik yapmaya yanaşmayınca Rockefellar panoyu satın almış ve imha etmişti.

 

Büyük kızım Lal bize çok güzel bir sürpriz yaptı. Kanada’dan o da bize katılınca hep beraber UNESCO’nun dünya mirası şehirlerinden biri olan Oaxaca’ya gittik. Oaxaca Meksika’nın güneybatısında Zapoteklerin kurmuş olduğu otantik bir kültür, sanat şehri. Sokakların çoğunluğu rengarenk tek katlı yapılardan oluşuyor. Sokak araları yörenin el sanatları ile dolu. Her aralıkta keşfedilecek bir hazine var. Binaların çoğunun ortasında avlu var. Hava Meksika’da senenin çoğu zamanı mülayim olduğu için rahat rahat gezebiliyorsunuz. Oaxaca’nın meydanını, en önemli kilisesini, pazarlarını gezdikten hemen sonra sanat köylerini turlamaya başladık. En kayda değer olanı Maria ve Jacobo Angeles’in ahşap atölyesiydi. Burada çok değişik hayvan figürleri yapılıyor, bunlara “Sihirli Hayvanlar” diyorlar. Hepsi elde boyanıyor. Büyük bir parçanın yapımı ahşabın çatlaması ve yerine oturabilmesi için bir seneyi bulabiliyor. Ahşaptan başka tekstil ve seramik atölyeleri var. Siyah ve yeşil çamurdan seramik yapıyorlar.

Oaxaca’ya kadar gidip de Monte Alban’a çıkmamak olmaz. Monte Alban vakti zamanında Zapoteklerin yaşadığı, şimdilerde ise arkeolojik değeri olan bir tepe. 1987’de UNESCO’nun dünya mirasları listesine girmiş. Orayı Tanrılara yakın olmak ve birtakım seremoniler yapmak için kullanmışlar. Yağmur için, mısır için, bereket için bir dolu değişik seremonileri varmış.Tepesi düz bir alan,etrafında piramit şeklinde birkaç yapı var. Bunları çeşitli oyunlar, seremoniler ve gökyüzünü izlemek için yapmışlar. Bir top oyunları var. Kazananı şerefli bir son bekliyor. Onu Tanrılara kurban ediyorlar. Çok korkunç. Tüylerim diken diken oldu.

Otelimiz şehrin içinde kolonial bir yapı. Ortasında bir avlu ve süs havuzları var. Tatlı tatlı sular akıyor. Bütün odalar bu avluya açılıyor. 2. Katta bir kahvaltı alanı var. Buradan şehrin kilisesi gözüküyor. Harika bir manzara. Bir sabah gitar ve şarkı sesleri ile uyandım. Bir de baktım kahvaltıda iki müzisyen Mariachiler söylüyor. Yani Meksika folk müziği. Arkadaşım yan odadan susuuunnn, uyuyoruz daha diye bağırırken, ben odamdan fırlayıp, fotoğraflarını çekmeye koyulmuştum bile. Ne de olsa turistiz.

Meksiko City’ye geri dönünce şehrin geri kalan yerlerini de gezdik. Arkadaşımın kızlarının okuduğu üniversiteleri, etraflarındaki modern binaları. San Angel diye bizim Ortaköy gibi bir sanat mahallesini gezdik. En sevdiğimiz yerlerden biri de Polanko oldu. İstanbul’un Nişantaşı’sı gibi bir yer. Kafeler, şık mağazalar, güzel pasajlar. Burada insanlar çok güzel ve şıklar. Polanko’ya çok yakın  Meksika’nın en zenginlerinden Carlos Slim ve karısının bir müzesi var. Müzenin ilginç bir mimarisi var. İçindeki eserler biraz karışık ama fildişi oymalarının olduğu Asya katı, Sophia Loren’in tüm filmlerde, galalarda ve özel hayatında giydiği giysilerin ve resimlerinin, bulunduğu kat ve en sonda heykellerin olduğu kat inanılmaz güzel. Bu kadar müthiş heykelleri birarada hiç görmemiştim. Rodin’in Düşünen Adam’ı, Salvador Dali’nin onlarca büyüleyici heykeli hep orada. Büyülendim. Sophia Loren’in katında bembeyaz kocaman duvarlara eski filmlerini yansıtıyorlardı. Gezerken kulağımda kendi söylediği Zoo be Zoo şarkısı çınlıyordu. İstanbul’a döndüğümden beri sürekli onu dinliyorum. Siz de dinleseniz belki benimle aynı havaya girersiniz. İnsanı öyle mutlu ediyor ki. Büyüklerimiz gibi ahhh ahhh ne zamanlardı onlar diyeceğim geliyor. Zoo be Zoo be Zoo dinlemek için tıklayın.

İşte Meksika maceramız da böyle. Meksika’daki sanat, kültür ve mimariden hepimiz çok etkilendik. Keşke yemekler için de aynı şeyi söyleyebilseydik. Arkadaşımın SEVECEKSİNİZ talimatlarına ve bütün çabalarımıza rağmen sevemedik. Hep ya buğday ya da mısır unundan gözleme tarzı tortillalar (pideler), içi dolduruluyor ve üzerine envai çeşit soslar katılıyor. Kaktüs enteresan, fena değil, en azından faydalı. Mole dedikleri sos, kahverengi, etlere konuyor. İnsan soğan, şarap karışımı umarak dalıyor, içinden çikolata ve Amerikan fıstığı ezmesi çıkıyor. Offff off… Fasulyenin bin çeşidi var bizde. Çok şık salataları da yapılıyor. Ama bunlar nedense fasulyeyi ezip sos gibi o tortillaların içine sürüyorlar. Hakikaten bir of daha. Lokantalar çok şık ve mükemmel. Ama Çin böreğinin içinden peynir, Japon lokantasında garnitür olarak hakiki İtalyan makarnası ve mayonez çıkabiliyor. Etlere hiç diyecek yok, tek kelime ile muhteşem.

28 Şubat’ta Taksim15 sohbetimizde Meksika’yı biraz daha anlatacağım. Feng Shui açısından da bazı tespitlerim oldu. Tarihi bazı gelişmeleri Feng Shui’ye bağladım. Bakalım buna ne diyeceksiniz?

Bu geziden sonra arkadaşımın neden fırsatı varken geri dönmediğini anladım. Meksika her iki tarafı deniz, çok güzel bir ülke. Doğaya önem veriliyor. Doğa da onlara çok cömert davranmış, muazzam bir biyolojik çeşitlilik  var. İklim yumuşak. Bütün sene 16-28 dereceler arası. Çok ucuz, 1 TL 6 peso ediyor. Ve herşeyden önemlisi bir fırsatlar ülkesi. Mimari ve sanat çok gelişmiş. En basit insanlar bile kültür ve sanatla ilgili yapılanları takdir ediyorlar. Evet trafik ve güvenlik önemli bir sorun ama hepimiz bir sabun köpüğü içinde yaşıyoruz zaten.

Bir sonraki yazıya kadar kendinize iyi bakın.